estambul tours ve ortaçağ felsefeleri sizlere bugün en güzel yazıları yazan estambul tours dediki Daha eski olan J. Denis'In eseri kadar önemli değildir). — G. Bardy. Origene, mad. İn Va-cant-Mangenot, Dicl. de theol, çatlı., Xl:1489-1565 (mükemmel). Aynı yazar, Recberches sur l‘-hisloirc du lexte et des versioııs laliııe du De princıpiliis d'Origene, Paris, Descl^e, 1925 — R. Cadlou, La Jeunesse d'Origene. Paris, G. Beauchesne, 1935. — Ûgreiinin iarihı hakkında bkz G. Fritz, Origenisme, mad. ın Vacant-Mangenot, Diri, de theol. çatlı., c. XI, kol. 1566 1588
İznik Konsili’nden (325) itibaren yukarıda gördüğümüz türden öğreti maceraları iyice güçleşmiştir. Arius’un öğretisi yüzünden ortaya çıkan teslis tartışmalarını çözmek için bir araya gelen Konsil, Kilisenin öğretisini Hıristiyan düşüncesinin bundan sonra içinde kalmasi gereken çerçeveyi çizmesi açısından bilinmesi önemli olan bir sembol şeklinde tanımlamıştı. “Tek bir Tann’ya, bütün görünen ve görünmeyen şeyleri yapan (poietin) kadir-i mutlak (paııtokratora) Babaya inanıyoruz. Ve tek bir Rabb’e, Tann’dan, yani Baha’nın özünden (ousias) doğan tek Tann'nın oğlu. Tanrı’-nın Tanrı’sı, ışığın ışığı, gerçek Tann’nın gerçek Tanrı’sı, doğrulmuş ve yaratılmamış, Baha’yla aynı öze (omoousion) sahip İsa’ya inanıyoruz; ki onun sayesinde her şey, gökte olanlar gibi yerde olanlar doğdu (ta panta igeneto). O, bizim için ve bizim kurtuluşumuz için indi, tecessüm etti, acı çekti ve üçüncü gün dirildi, göklere yükseldi ve ölüleri ve dirileri yargılamaya geliyor. Ve Kutsal Ruh’a inanıyoruz. Şunları söyleyenlere gelince: “Onun olmadığı bir zaman da vardı veya doğrulmadan önce var değildi veya hiçten doğdu veya başka bir hipostazdan veya başka bir cevherden (huposlasiOs e ousias) geliyor; veya Tann’nın oğlu yaratılmıştır (ktiston), değişimlere maruz kalabilir veya değişkendir; işte bunları Katolik ve Apostolik (papalığa ait) Kilise aforoz etmekledir.”
Bu beyandan sonra. Söze ilişkin spekülasyonlar, artık onu yorumlamaktan öteye veya bilinçli olarak kabul edilecek mezhep sapkınlıklarıyla ona karşı çıkmaktan öteye geçemezdi. İşte bu yüzden İznik Konsili sonrası Yunan teolojileri, felsefi spekülasyona karşı kendilerinden önceki teolojilerden daha kuşkucu bir bakışı benimsemekledir. Oysa IV. Yüzyılın Hıristiyan yazarları, hâlâ klasik Yunan kültürüyle doğrudan temas halindedirler; zaten hepsi de ilk entelektüel oluşumlarını da bu kültüre borçlü-durlar. Bazen onu çok sert bir biçimde yargılamalarının asıl nedeni üzerlerindeki etkisinden kurtulma isteğidir. Yaklaşık 265 yılında Filistin’de Kaisareai’de doğan ve 339
veya 340 yılmda bu kentin başpiskoposu olarak vefat eden Cesareeli Eusebios, filozoftan çok bir tarihçidir. Evrensel Tarih'in ve meşhur Kilise Tarihi'nin dışında çok sayıda apolojetık eser kaleme almıştır. Bunların arasında Preparalion 6vange\ique [Incil’e Uygun Hazırlık] ve paganlara karşı Hıristiyan dinini savunduğu Dimonstralıon ivangelique [İncile Uygun Kanıt] eserleri bulunmaktadır. Eusebios, paganlara bir Hı-ristiyanın da onlar kadar şey bilebileceğini göstermek istemiştir. Metinlerle ve alıntılarla dolu olan bu kitabı okurken bunu belki fazla hissederiz, ancak bu devasa bilgi birikimi arasında bir fikir ortaya çıkmaktadır: Hıristiyan hakikati ile Yunan felsefesinin en iyi yönü arasında gerçek bir akrabalığın varolması. Tabii daha çok Platon söz konusudur. Eusebios şunu hatırlatmayı ihmal etmemiştir ki, hemen hemen bütün noktalarda Platon, kendi hakikatini bazı hatalardan dolayı berbat etmiştir. Fakat aynı zamanda şunu da fark etmektedir ki ondan yaptığı alıntılar sayesinde Platon, Musa’yla aynı Tanrı'ya inanmıştır. Teslis dogmasını hissetmiştir; Timaios adlı eserinde yaratılışı aşağı yukarı Kitabı Mukaddes’in tasvir ettiği şekle yakın olarak algılamıştır. Söz’ün idealannın varlığını ve rolünü kabul etmiştir; Hıristiyanlar gibi ruhun ölümsüzlüğünü vaaz etmiştir. Şunun altını çizmemiz gerekiyor; Eusebios’la birlikte, Hıristiyan yazarlar Platon dediklerinde aslında Plotinus’u (ölüm 270) veya Origenes aracılığıyla Ammonios Saccas’ı anlamak gerektiği bir döneme girmekteyiz. Ammonios Saccas, Origenes ve Plotinus’un üstadıydı ve maalesef düşüncesini ancak bu iki ünlü öğrencisi aracılığıyla bilmekteyiz.
Nazianzoslu Gregorios, ilk önce, Origenes’in İskenderiye’den kaçtıktan sonra Ka-padokya’daki Kaisareai okulunda bilime başlamıştır. Bu şahıs daha çok Gregorios Theologos (329-389) olarak bilinmektedir. Eğitimine daha sonra Atina’da, bir gün Aziz Basile olacak Kaisareai’den bir arkadaşıyla birlikle devam etmiştir. Ûyle görünüyor ki Gregorios Atina'da belagat dersleri vermek için bir süre daha kalmıştır. 367 palında Caesarea’ye döndüğünde vaftiz olmuştur. Papazlık aşamasını geçtikten sonra piskopos makamına yükselmiştir. Aslında kendisi bu iki makamı hiç amaçlamamış ve daha çok bir hatip, şair, kamu hayattaki sorumlulukların düşmanı, içsel hayata, çileye ve tefekküre yönelmiş birisi olarak kalmıştır. Teolog Gregorios şeklindeki onursal unvanını, ondan bize kalan kırk beş yazısı arasında beş vaazdan (xxvu-xxxi) oluşan Teolojik Söylemler (yıl 380) başlığıyla zikredilen metinlere borçludur. Bunların içinde, Hıristiyan teoloji tarihinin klasikleri arasında yer alan Teslis dogmasının sunuşu bulunmakla ve bu vaazlar o dönemde Hıristiyanların entelektüel durumu hakkında bize bilgi vermekledir.
Kilise Babalarından bahsederken daha çok onların dogmayı tanımlamak için fel-
sefeyi ne şekilde kullandıklarını düşünüyoruz ve çoğu zaman da aynı dönemde felsefelerini beslemek için Hıristiyan inancını kullanmaya çalışan muhaliflerini unutuyoruz. Arius sapkınlığı, büyük ölçüde, dini, aklın sınırları içine çekme arzusundan doğmuş görünmekledir. Niksarlı Gregorios ile Basile, XVII. Yüzyıldaki deistlerin tavrına benzer bir tavırla, yani Hıristiyan inancının açıklayıcı değerine karşı duyarlı, ama içeriğinde bulunan gizemleri metafizik bilgi ölçülerine indirgeme kaygısı taşıyan kişiler tarafından kendiliğinden gerçekleştirilmiş bir dogma akılcılaştırılmasıyla karşı karşıya kalmışlardır. Ariusçulugun her yerde göstermiş olduğu akılcılaştırma kaygısı, onun büyük başarısında önemli bir yere sahiptir ve şunu da unutmamamız gerekir ki. Babaların ona karşı yürüttükleri savaşın amacı Hıristiyan inancının kendisinden başka bir şey değildi. Söz konusu olan metafiziğin dogmayı mı yoksa dogmanın metafiziği mi içine alacağını öğrenmekti. Niksarlı Gregorios, Arius taraftarı Eunomius'ta (ölüm 395) seçkin bir muhalif bulmuştu. Bu tarikatın başı ve öğrencilerine göre, âlem, aslen öz, cevher veya gerçek (ousia) olarak algılanan tek bir Tanrı’ya bağlıydı. Mutlak bir biçimde sade olan bu ilahi öz, sıfatlarının çokluğunu tamamen dışlamıştır. Söyleyebileceğimiz tek şey, onun mutlak bir biçimde var olmasıdır. Arius’un öğretisinde öldüğü gibi Eunömius’un Tanrı’sı, Platön’un ousia’sını tanımlayan var ölma zorunluluğuyla belirginleşmektedir. Bu yüzden bu Tann’yı her şeyden önce "olmuş olmayan" veya “doğrulmamış" olarak algılamışlardır. Doğal olarak buradan da şu sonuç çıkmaktadır ki, üretildiği için Oğul olan Söz, Baha'ya hiçbir suretle benzemez (anomoios') ve kesinlikle de Onunla aynı öze sahip (homoousios) değildir. Tanrılar yaralan ve onları ebedi kılan Timaios’daki demiurgos gibi Eunomius'un Tanrı’sı, Oğlu evlatlık edinerek onu tanrı yapmış olabilir. Baştan onu kendi ilahlıgına ve zaferine ortak etmiştir. Fakat dogrulmuş olanın dogumsuz olanla aynı öze sahip olmasından kaynaklanan bu tezatı fark etmemiştir. Bazen Eunomius dogmayla uzlaşmak için kullandığı “sofizmler"den dolayı kınanmıştır. Bu belki onun niyetini yanlış anlamaktır. Eunomius, gizemi tanımlamak için bir ifadeyle gizemi sınırlamayı amaçlamıyordu, bunun tersine gizemi idrak edilebilir düzleme çekmeye çalışıyordu. Bu açıdan bakıldığında mantığı doğruydu. Eğer oğul Baha’yla aynı tözdense, o zaman Baba kendi kendini doğurmuştur ve dogumsuz olan kendinden doğmuştur. XII. Yüzyılın diyalektikleri gibi Eunomius'un tek suçu, mantık adına gizemi kapı dışarı etmesiydi: Oğul hakkında “eğer doğduysa, demek ki doğmadan önce yoktu" diyordu. Platon dilinde Hıristiyan Tanrıdan bahsedecek yerde Eunomius, Platon’un demiurgosunu Hıristiyan dogmasındaki Sûz’ün Babası konumuna yerleştiriyordu.
Burada Nazianzoslu Gregorios'ın değişmez tutumunu ve eserinin anlamını daha
iyi kavrıyoruz. Konstamitiopolis’leki dinleyicilerin neden etrafına üşüştüklerini açıklamaya çalıştığı ve Sur lui-mfme IKendi Hakkındal adlı hayran kalınacak XXXVI. Va-oz’ında Gregorios, felsefenin her şeyi işgal ettiği bir dönemde kendisinin sadece imanın kaynaklarından beslendiğini ifade etmiştir. Onun dönemindeki filozoflarda, sofistlerde ve bilgelerde eksik olan şey tam olarak hikmettir. Sandalı biraz boşaltıp ha-fıfletseler. sandal çok daha iyi yüzecektir. Gerçek çare Hıristiyan inancına ve törelerine dönmektedir. Filozoflara yönelttiği bu tür görüşlerle Gregorios, XXVII. Vcıaz’da Theologica dizisini başlatır. Eunomiüsçulara hitaben, her şeyden önce imanın sadeliğine geri dönmelerini rica etmiştir. Fakat bunu başarmaları için yanlışlıklarından kurtulmaları ve Kutsal Metinler’! filozof olarak eleştirmek ve yargılamak (XXVll:6) için değil de itaat etmek için tefekkür etmeleri gerekmektedir. Bu aynı zamanda Gregorı-os'un felsefe yapmasına mani değildir. Tam tersine âlem veya âlemler, madde, ruh, akıllı varlıklar, iyilik ve kötülükler, diriliş, kıyamet günü, İsa’nın acıları, mükâfatlar ve cezalar hakkında tartışma hakkını islemekledir. Aşırıya kaçılmadıgı takdirde ve başkalarına öğretmek için, Kitab-ı Mukaddes’! iyice öğrendikten sonra tartışmak kadar meşru bir şey yoktur. Zaten teoloji, her şeye karar veren “Hıristiyan olmayan teologlar "ınkı değil, Tann’nın anlaşılmazlığı karşısında itidalle kendilerim ifade eden Hınsti>'anlannkidır (Vaaz, XXVIII).
Bir yandan Kutsal Metni öte yandan da aklı destek alan Gregorios, ilk önce Epi-kuros'a karşı, Tanrı’nm bir cisim olmadığını ve hiçbir mekânla sınırlı olrrıadığmı ortaya koymakladır. Sonra kendi döneminde herkesi saran tartışma hastalığına kapılmış görünmesinden dolayı özür dileyerek (Vaaz, XXVIII:n) Hıristiyanlıktaki Tanrı kavramını veya en azından Tanrı’nın kendisi hakkında bizlere bildirdiği bilgiler ışığında Tanrı kavramını madde madde sunmaya girişmektedir. Çünkü önemli olan ve felsefenin başlangıç noktası budur (XXVlll;7): Eğer filozofların da öğreltikleri gibi. Tanrı anlaşılmaz ise. Onu tanımamızın tek yolu. Onun kendisi hakkında söylediklerini öğrenmektir. Gregorios ancak bu noktadan hareketle spekülasyona başlamayı kabul etmekte; ama bu güvencenin verdiği güçle, spekülasyonu hiçbir çekinme göstermeksizin yürütmektedir. Varlığı ve düzenlenişi asla tesadüflerle açıklanamayacak olan âlemin düzeni sayesinde, Tanrı’nın varlığı bilinebilir. Bu düzeni açıklayabilmek için bir Logos’u kabul etmek gerekir. Ancak bu şekilde Tanrı’nın var olduğunu bile-biliyorsak da. Onun ne olduğunu bilemeyiz. Onu saran bu sır, bize alçakgönüllülüğü öğrettiği gibi, bizi araştırmaya da sevk etmektedir. Kuşkusuz çabalarımızın büyük ölçüde boşa çıkacağını önceden biliriz. İnsanın bedeni, ruhu ile Tanrı arasına girmekledir. Algılanır imgeler. Onun hakkında edindiğimiz kavramlara kaçınılmaz bir şekil-
de karışmakla ve Onu olduğu şekilde kavramamızı imkânsız kılmakladır. İlahi yapının doğru bilgisi olacak şeye yaklaşmak için yapabileceğimiz en faydalı ış, Ona açıkça aıfedemeyeceğimiz şeyleri reddelmek olacakın. Biraz önce Tann’nm esîr kadar ince bir cisim bile olamayacağını söylemişlik çünkü O sadedir. Aynı zamanda o İşık, hik-mel, adalel veya akıl da olamaz, en azından bu terimlerin bizim için taşıdıkları anlam itibariyle böyle olamaz. Tann’nın pozitif bilgisine yaklaştıran biricik sıfatlar şunlardır: Sonsuzluk ve ebedilik. Onun Musa’ya bizzat söylediği gibi Tanrı, Varlık'tır ve Nazi-anzeli Gregorios, ortaçağ Hıristiyan düşüncesinin bu kavrama tanıyacağı bütün pozitifliği verme kıvancına sahiptir. .Şamlı Johannes’in popülerleştirecegi bir formülü kullanarak Gregorios, Tann'yı “doğadan ve zamandan azade, sınırsız ve sonsuz gerçekler okyanusuna (pilagos ousias)'’ benzetmektedir. Günümüzde herhangi bir Hıristiyan yazarın doğal teolojisini az da olsa bilen herkes için alışıldık olan bu kavramlar, herkesin anlayacağı bir dilde ve hoş bir tarzda ilk kez burada bir araya toplanmış ve ifade edilmişti. Ama Gregorios ne zaman gizemin eşiğine gelse, saygıyla durmaktadır. Baba nasıl doğurmuş ve Oğul da nasıl dogrulmuş olabilir? Bunu bilmiyoruz. Euno-mius gibi gizemi mantığa indirgemek için uğraşmak biraz saflık göstergesidir. Baba varolan (existant) birini mi yoksa varolmayan birini mi (non-existanl) doğurdu vb. Boş sorular! Bütün bu sorular Babanın Sözü üretmesini, bir insanın bir insandan türemesi gibi algılamak anlamına gelmez mi? Hiçbir şey bu kadar boş olamaz. Gizemi açıklamak için Gregorios'un bizzat kendisinin felsefi terimler kullanması, bunu açıklamaya ve sonuçta bu gizemi kaldırmaya kalkıştığı anlamına gelmez. Çok haklı olarak A. Puech’in de söylediği gibi; “Gregorios derin bir şekilde Hıristiyandı. Her ne kadar bazı yeni-Platoncu fikirler, teolojisini geliştirmesine yardımcı olmuş ve Kinizm ile stoacılıktaki en yüce yanların bir kısmı onun çileci ideali içinde kendilerine yer bulsa da, düşüncesine ve hayatına, her zaman inancı yön vermiştir. Ama kalbinin en derininde anlikçag aşkını, Helenlere özgü edebiyat aşkım şiir ve retorik aşkını korumuştur. Bundan vazgeçmeyi aklına bile getirmemiş ve imanın bizlere ilahi Söz aracılığıyla ilham edildiğini düşünmekten hoşnut olduğunu ifade edip özürlerini beyan etmiştir.estambul tours Demek ki İlahi Söz, insani sözle tebliğ edilmeliydi. İlahi Söz belâgati korur ve himaye eder; Logos, logoi’leri korur. Bu Gregorios için sadece bir kelime oyunu değildi; bu onun için hakikatin ta kendisiydi." Durum bundan daha güzel ifade edilemez. Yalnızca şunu ekleyelim ki Nazianzoslu Gregorios’un bu tutumu, üç büyük Kapadokya-lının tutumuyla aynıydı.
Aziz Basileios veya Büyük Basile (330-379), Kapadokya’da yaşayan, ama Cesaree asıllı biriydi. Orada Nazianzoslu Gregorios’la birlikle eğitim görmüştü; onunla birlik-
le daha sonra Atina'da tekrar eğitim görecekti. Orada aldığı tıp dersleri, yorum eserlerinde göstereceği bilimsel bilgiyi ve pozitif zihniyeti açıklamaktadır. C6sar6’ye döner dönmez vaftiz olan Basile’i, Suriye, Mısır ve Filistin'in en ünlü çilecileri ziyaret etmiştir, Kendisi de manastır kurmuş ve hâla günümüzde Aziz Basile Kuralları -bu kurallar son derece serttir-adını taşıyan eserini kaleme almıştır. Papaz olduktan sonra, Eusebios'un ardından Cesaröe kentinin piskoposluğuna getirilecek ve ölümüne kadar da orada kalacaktır.
Aziz Basile'in eserleri arasında Helen Edebiyatından Nasıl Yararlanılabileceği Üzerine Gençlere öğütler adında kısa bir inceleme bulunmaktadır. Sorun, Yunan dilinde yazılmış bütün edebiyat, ahlak ve felsefe metinleri, pagan yazarların eserleriyken ve pagan kültürünün ifadesiyken genç Hıristiyanların nasıl eğitileceğiydi. Basil bu zorluğu, antikçaga ait alıntılarla ve örneklerle dolu, fakat aynı zamanda tamamen Hıristiyan zihniyetiyle hareket eden bir eser örneğini bizzat vererek çok zarif bir biçimde çözmCıştür. Basile, bu tarz pagan yazılarının ahlaksızlığına ve inançsızlığına karşı okuru uyarırken, erdem kültürünün ve düşüncesinin oluşması açısından, bu yazılarda bulunabilecek faydalı şeylerin altını çizmektedir. Eskilerin öğütleri, sadece okunmakla bırakılmayıp uygulandıklarında çoğunlukla yararlı olurlar; ama iş bu kadarla da kalmaz: Onların verdikleri örneklerin çoğu ruhumuzu besledikleri ve bizi bedenimizden kurtardıkları ölçüde öykünmeye değer örneklerdir, zaten bu da her Hıristi-yanın görevidir. Doğal olarak bu büyüleyici yazı, XIV, ve XV. yüzyılın Hıristiyan He-lencilermin programı haline gelecek ve Leonardo Bruni bu yazıyı çetnrerek, Plutark-hos'u ve Platon'u niye çevirdiğini açıklayacaktır.
Aziz Basile'in asıl büyüklüğü buradan ileri gelmemektedir; bunu daha çok teoloji eserine borçludur Nazianzoslu Gregorios gibi Basile de şiddetli bir şekilde Eunomius ve taraftarlarının felsefeciliğine karşı çıkmıştır. Adversus Eunomium [Eunomius'a Karşı] adlı eserinde Basile, bir yandan Babaların inancına ve geleneğine açıkça sahip çıkan, diğer yandan eğer Tanrı doğurulmamışsa ne kendisi tarafından ne de başkası tarafından dogurulabilecegini göstermek için Aristoteles veya Khrysippos gibi kıyaslar yapmayı yararlı gören bu muhalifi alaya almıştır. Aslında Eunomius burada, daha o zamandan yöneldiği sonucu hazırlamaktadır: Madem ki Oğul doğurulmuştur, o zaman Babayla aynı tözden olamaz. Aslında bu sonucu çok önceden, hatta Basile'in de parlak bir kavrayışla dikkat çektiği gibi. Tanrı tanımını koyduğu anda hazırlamıştı. Çünkü Tann'nın dogtırulmamış bir töze sahip olduğunu her Hıristiyan rahatlıkla kabul ederdi; fakat Eunomius'un istediği gibi “doğurulmamış olanın” veya “dogumsuz olanın” Tann'nın bizatihi tözü olmasını kabul etmeleri imkânsızdı. Tamamen yoksunluk
bildiren bu isim, ilahi özün olumlayıcı bütünlüğüne doğru bir şekilde işaret edemez. Eunomius’a göre Tanrt’ya verilen bütün isimler aslında eşanlamlıdır ve eninde sonunda onun sözle ifade edilmez varlığını anlatmaya çalışmaktadır. Fakat Basile, hararetle bu teze karşı çıkmış ve hiçbir ismin Tann’yı yeterince tanımlayamamasına rağmen bu isimlerin Tanrının şu veya bu olmadığını ya da pozitif olarak başka bir şey olduğunu gösterdiğini belirtmiştir. Adil, yaratıcı, yargıç, bütün bunlar ikinci tarzdan ilahi isimlerdir. Bununla birlikte Tann’ya en uygun olan isim “ousia’’dır ve işaret ettiği şey bizzat Tanrı’nm varlığıdır (auto to cinai tou th(ou). Bunu olumsuzlamalar arasına katmak tamamen saçma olur (l, 10). Demek ki Baba ile Oğlunun eş tözlü olmasını imkânsız kılacağı için Eunomius’un “doğumsuz'undan değil de bunun tersine Baba ile Oğlun olma ortaklığını mümkün kılan varlıktan (to koinon tCs ousias) yola çıkmak gerekir. Açıkça görünmekledir ki burada uzlaşması kesinlikle imkânsız iki spekülatif tavırla karşı karşıyayız; çünkü hem Eunomius hem de Basile kendilerine Hıristiyan adını verseler de biri mantık analizi yoluyla sonuçları geliştirdiği soyut tanımlardan hareket etmekte, diğeri ise, içeriğini tasvir etmek için somut kapsamıyla Hıristiyan inancından yola çıkmaktadır.
Felsefe tarihi açısından Aziz Basile’in en ilgi çekici eseri, dokuz Homelies sur Hexaemeron [Yaratılışm Uk Altı Günü Üzerine Nutuklar] derlemesidir (yani yaratılışın ilk allı günü hakkında kaleme aldığı eserdir). Bu eser, ortaçağda çoğalacak bu tip yazıların prototipidir. Esas olarak bir !n Hexaemeron, dünyanın yaratılışını anlatan Tekvin bölümlerinin açıklamasıdır; aynı zamanda yazar kutsal metinden yola çıkarak bu konuyla ilgili filozofların görüşlerini veya bilimsel kavramları geliştirmektedir.estambul tours Bu tarz eserler, yapıları itibariyle bir doktrinin sistematik sunuşuna elverişli değillerdi; fakat bu eserlerde yazarlarının sahip oldukları pozitif bilgiler hakkında ve onların neleri tatmin edici mantıklı açıklamalar olarak gördükleri hakkında yararlı bilgiler edinmekteyiz. Bu Nutuklar'ın durumu da tam anlamıyla beyleydi. Bu eserlerde felsefe aramak boşunadır; fakat bunlara göz attığımızda dünyanın başlangıcı ve orada bulunan varlıkların yapıları hakkında birçok görüş elde etmekteyiz.
Doğa, zamanın içinde onu yaratan veya daha doğrusu onu yaratırken zamanı da yaratan Tanrı’nın eseridir. Onun yaratması, onu olduğu şekliyle, yani maddesine kadar üretmektir. Bu yüzden Tanrı'nın bütün varlıklara şekil vermek için kullanacağı, başta varolan bir çeşit ortak madde hayal etmemek gerekir. Aslında her varlık sınıfı Tanrı’dan kendisine uygun madde türünü almıştır: Gök kendi maddesine, toprak başka bir maddeye sahiptir. Yaratılmamış madde şeklindeki Platoncu kavramları olabildiğince kaldırma arzusu, burada Aziz Basile’i ham madde kavramını eleştirmeye
götürmüştür; kı bü eleştiri, ilginç bir biçimde öz kavramına yapılan bazı modern eleştirilen önceden sezmişe benzemektedir. Nutuklar adlı eserinde (l;8), kendi içinde ele alındığında, niteliksiz ve özelliksiz bir şeyi aramayalım, der Balıse. Bunun tersine bir şeyin içinde gözlemleyebileceğimiz her şeyin onun özünü oluşturmaya ve ona mükemmellik vermeye yardımcı olduğunu düşünelim. Eğer maddesine ulaşma umuduyla bir varlığın bütün özelliklerini peş peşe kaldırırsak, sonuçta hiçliğe varırız. Bir şeyin rengini, ısısını, ağırlığını, derinliğini, kokusunu ve diğer tüm alğilamr özelliklerini çıkardığımızda geriye hiçbir şey kalmayacaktır.
Azız Basıle'e göre dünyanın yapısı, ortaçağda genel batlarıyla XIV. yüzyılın sonlarına kadar ortaçağın ona atfetmeye devam ettiği yapı olacaktır. Başlangıçta dört element karışıktı, ama her biri kendi doğal mekânına ulaşmıştır: Ateş yukarıda, sonra hava, su ve toprak. Ateş, göğün özünü oluşturur ve gök kubbenin üstünde bulunan sulara kadar uzanır (Tek\’in 1:6); gök kubbenin üzerinde hava ve bulutları oluşturan daha kaba olan sular bulunur. Işık elementlerden hemen sonra, sonuç itibariyle güneşten de önce yaratılmıştır; güneş zaten onu taşımak ve iletmek için var edilmiştir. Yaratılır yaratılmaz hava, ışığı ansızın yayılmasıyla almıştır. Her element kendine özgü bir özelliğe sahiptir: Ateş sıcaktır, su soğuk, hava nemli, toprak da kurudur. Fakat onlar kendilerini hiçbir zaman bizlere ilk saf hallerinde sunmazlar ve bu elementlerin her biri bazı niteliklerim benimseyerek birbirlerine karışabilirler: Toprak, soğuk ve kuru olduğu için, soğuk ve nemli olan suyla birleşebilir; su da, sıcak ve nemli olan havayla; hava da, kuru ve sıcak olan ateşle birleşebilir; bu da bizim soğuk, ama kuru olan toprağa dönmemizi sağlar. Elementlerin bu uyuşması veya armonisi, evrensel düzenin dokusu olan bileşimlerini mümkün kılar. Basile’in hay\’anlar ve bitkiler hak-kındakı eserinde görülen kavramlar, Aelianus, Oppianos ve Aristoteles'ten alınmıştır. Bu, orada masalların bulunmadığı anlamına gelmez; fakat haklı olarak eserinin, ileri tarihlerde hayvan tasvirlerinde, her hayvanda bir ahlaksal hakikatin bulunduğu tarzındaki yaygın görüşlerden uzak olduğu fark edilmiştir (Bernhard Geyer). Yazan bilinmeyen, fakat İskenderiye kaynaklı olduğu tahmin edilen Physiologus IFizikbilimd] adlı meşhur eser, daha sonraları çoğalacak olan “kıssadan hisseli hayvan öyküleri"nin kaynağıdır. Neyse ki Aziz Basile onun etkisinde kalmamıştır ve daha sonra sanatçılar olmasa da düşünürler için onun bu konudaki görüşünün ağırlık kazanmaması da üzücüdür. Hexaitmeron'u bu tarz birçok yazılara örnek oluşturmuştur ve bu eseri La-tinceye çeviren Aziz Ambrosius, aynı zamanda onu taklit eden ilk kişidir.
Aziz Basile’den küçük kardeşi Niksarlı Aziz Gregorios'u (yaklaşık 335 - öl. 394’ten sonra) ayıramayız. Basile’in idaresi altında eğitim alan ve ondan çok etkilenen Grego-
rios, eseri yalnızca ağabeyinin basil bir yansıması olmaktan uzak, kendine has bir zihniyete sahipti. Ona ait eserlerin bütünü içinde özellikle üçü dikkatimizi çekmektedir: Ortaçağda De hominis opjicio [/nsanm Görevleri Üzerine] adı altında bilmen insanın oluşumuna dair incelemesi; ortaçağ mistiğini derin bir biçimde etkileyen çok farklı yazısı Commentaire sur la Cantique des cantiques et sur les huit Beatitudes INeşideîer Ne-şidesi ve Sehiz Ahiret Mutluluğu Üzerine yoruml ve Dialogue avec Macrina sur l'âme et I’immonalit^ [Ruh ve Olümsüzlüh Hakkında Macrina ile Diyalog].
E\Ten iki alana ayrılmaktadır; Görünür âlem ile görünmez âlem, insan bedeninden dolayı görünür âleme ve ruhundan dolayı da görünmez âleme aittir; bir anlamda iki âlem arasındaki bağ yerine geçmektedir. Bu durumundan dolayı ve akılla donatılmış bir hayvan olması dolayısıyla görünür âlemin zirvesinde bulunur. Onun altında yalnızca algılara, hareket etme yeteneğine ve bir cana sahip olan hayvanlar gelir; sonra da sadece büyüyebilmesinden ve beslenmesinden dolayı mükemmel olmayan bir ruha sahip olan bitkiler gelir; daha sonra da hayalı güçlen yoksun ve aynı zamanda hayatın varolması için vazgeçilmez olan hareketsiz cisimler gelir, insan kendi içinde hayatın bütün derecelerine sahiptir; Bitkiler gibi büyür, hayvanlar gibi hareket eder ve algılar ve insan olduğu için de akleder.estambul tours Fakat onu birçok ruha sahipmiş gibi algılamamak gerekir: Aklı kendiliğinden yaşama ve algılama yeteneklerini içerir. En önemli sorun, ruh-beden birliğini nasıl açıklayacağımızı bilmektir. Niksarlı Gregorios, bu sorunun tamamen çözümlenebileceğine inanmaz; fakat bu sorunu en azından biraz aydınlatabileceğini düşünür.
Tanım itibariyle ruh, bir bedene can veren temel öğedir. Demek ki insanın ruhu, düzenlenmiş ve hissedebilen bir bedene, varlığıyla hayat ve algılama yetisi veren, yaratılmış, canlı ve akıllı bir tözdür. Eğer Gregorios'un aklı ruha dahil ettiğini göz önünde tutarsak şunu söyleyebiliriz ki. verdiği tanım, Aziz Aquinolu Thomas'ın kabul edeceği tanımdır. Gregorios ruhun bedenden önce varolduğu düşüncesini reddeder; bu tez Origenes’e aittir ve doğal sonucu da ruh göçü tezidir. Ruh göçü bir Hıristiyan için kabul edilemez olduğu gibi insanın hayvandan açıkça farklı olmasına da ters düşmektedir. Herhangi bir ruhun herhangi bir bedeni canlandırabileceğini kabul etmek insan, hayvan veya bitki olarak bütün varlıkların aynı nitelikte olmaları anlamına gelir. Ruh bedenden önce varolmadığı gibi ondan sonra da yaratılmış olamaz; çünkü cansız bir beden lam olarak bir beden değildir, o bir kadavradır. Eğer bu şekilde bedenin varlığı nefsin varlığını gerekli kılıyorsa ondan sonra gelmesi de mümkün değildir. Demek ki zorunlu olarak beden ile ruh Tanrı tarafından aynı anda yaratılmış olmalıdır. Bedenle ruhun birliğini yaratmak tam da insanı yaratmaktır.
Gregorios’un her insanın ailesi larafından döllendiği anda mı yaratıldığını, yoksa dünyanın yaratılışından itibaren Tanrı tarafından yaratılmış hayati bir ilkenin aktarılması sonucunda mı yaratıldığını kabul ettiği tam anlaşılmamaktadır; ama insanın gelişmesi konusunda geniş açıklamalar vermiştir. Döllenmenin sonucu olan insan türü, ne kadar gözle görünür olmasa da kendi niteliği gereği insanın tümünü kapsamaktadır. Dünyanın yaratılışından itibaren varolan ruh, bedenini yavaş yavaş inşa etmekte ve yeteneklerim onların varlığı için gerekli organlara sahip oldukça geliştirmektedir Filozoflar, ruha farklı merkezler tahsis etmişlerdir. Fakat bedenin her parçası canlı olduğuna göre, ruhun her yerde bulunduğunu kabul etmek daha doğru olur. Onun varlığı ve eylemi, organlaşmış bedenin bütün parçalarında fark edilmektedir. Eğer bazı organlar hasta veya zayıfsa, tıpkı en iyi sanatçının kırılmış olan aletini kullanamaması gibi onu kullanamaz demektir. Bu şekilde bedene bağlı olan ruh, ondan hiçbir zaman ayrılamaz. Daha ileri tarihlerde Leibniz’in savunacağı fikirleri ilginç bir şekilde haber veren Gregorios, ölümden sonra bile ruhun bedeni oluşturan unsurlardan ayrılmadığını düşünmüştür. Gerçi bu unsurlar ölümden sonra dağılmakladır, ama ruh gayri-maddidir ve bulundukları karışmış ve dağılmış hallerinde de onlara bağlı kalabilir. Haklı olarak dikkal çekildiği gibi iki Hıristiyan düşünce Gregorios’un bu sonuca ulaşmasına vesile olmuştur: “İlk başta bedenlerin —yani insanların içinde öldükleri bedenlerin— yeniden dirilişi öğretisi; bunun dışında bir ruhtan ve bir bedenden oluşan insanın doğasının birliği konusundaki Hıristiyan düşüncesi; bu düşünce Plaloncu düalizmi öylesine eksiksiz bir biçimde aşmıştır ki insanın iki önemli pıarçasının ayrılması onlara tamamen imkânsız gibi gelmektedir” (Phil. Böhner).
Bir sözle (logos) kendini ifade eden bir düşünceye (nous) sahip olduğu için insan akıllı bir hayvandır. Bu düşüncenin varlığı insanın davranış biçiminde ve etrafında oluşturduğu düzen sayesinde fark edilmektedir. Aynı zamanda dünyada da bir düzen vardır. Belli yapılara sahip varlıkların içindeki elementlerin u>mmlu karışımını fark etmek zor değildir. Gerçeği gördüğümüz ve dokunduklarımızla sınırlayan Epi-kurosçular gibi filozoflar için bu manzara hiçbir sorun oluşturmamaktadır. Bunun tersine insan bedeninin eylemlerinden onları yönelen bir düşünce bulunduğu sonucunu çıkaranlar için, evrenin manzarasından onu yaratan ve onu yöneten bir Düşüncenin varlığı sonucuna varmak doğaldır. Aslında ayrım gözetmeksizin Tann’nın varlığının kanıtının, ruhun varlığını doğruladığını veya ruhun varlığının kanıtının Tan-rı'nın varlığını doğruladığını söyleyebiliriz. Fakat Tann’nın doğasını -çok sınırlı olarak bilinebilirse de- bilmek isliyorsak mahluktan yola çıkmak gerekir. Burada Tanrı nın suretinde yaratılmış olan insan, başlangıç noktası olarak öne çıkmaktadır.